21 Eylül 2010 Salı

TÜRBAN NEDİR?

TÜRBAN Farsça’da dulband’dır. Türkçe de tülbent olmuştur. Aslında esas türban modeli Başı önden arkaya doğru kapatan ensede toplanan örtü biçimidir. İlk defa Sih’ler bu modeli kullanmıştır. Batının Türbandan anladığı Sih inanışındaki baş kapatma biçimidir. Vaftiz olmuş Sihler saç kesmezler. Uzun saçlarını arkada toplayarak kapatırlar. Bu kapatma biçimine Türban denir. Pencapca’da Türban’a Dastar, Hintçede ise Pagn denir. Sudanda kadınlar beyaz başörtüsü takarak toplumsal statü kazanırlarken, Arabistan da güneşten korunmak için kullanılan örtüler vardır.


(Türbanlı hint-sih erkeği)

”Türban” sözü, 18. asrın sonlarında Fransa'da, Osmanlı İmparatorluğu'nun Paris elçisi Moralı Esseyid Ali Efendi'nin sarığının verdiği ilhamla ortaya çıktı. Paris sosyetesine mensup hanımlar 1790'ların sonunda Ali Efendi'nin sarığına benzer şapkalar takmaya, saçlarını kıymetli kumaşlarla sarmaya başlamışlardı ve bu yeni moda 'türban' adını aldı. Sarıkta kullanılan, bugün 'tülbent' dediğimiz ve Farsça aslı 'dülbend' olan kelime Fransızca'da 'turban'a dönmüştü!
Örtünmenin İslami terminolojideki karşılığı ise, 'hicab' sözüydü ve her çeşit başörtüsünün genel karşılığı, Arapça'da 'bakışlardan gizlenmek' ve 'saklanmak' demek olan 'hecebe' kökünden gelen 'hicab' kelimesiydi. Bugünün 'türban' dediğimiz ve omuzlara kadar inen başörtüsü, ilk defa 1970'lerin başında, Lübnan'da ortaya çıktı. Modelin yaratıcısı, üst düzeyde bir din adamıydı: Lübnanlı Şiiler'in lideri olan Hüccetülislam Musa Sadr... Ama koskoca Hüccetülislam'ın moda yaratmayı düşünecek hali yoktu ve model herhangi bir dini düşünceyle değil güvenlik maksadıyla ve Şii kadınların tehlikeden korunmaları için ortaya çıkmıştı!
Evet! Türban, Taciz tehditleri ile doğdu; Şiiler, Lübnan'ın güneyinde çoğunluktaydılar ama bölge 70'li yılların başından itibaren Filistinli gerillaların kontrolü altına girmişti. Kral Hüseyin'in Ürdün'den kovduğu gerillalar, sivil Filistinlilerle beraber Güney Lübnan'a yerleşmiş vaziyetteydiler. Askeri bakımdan zayıf olan Lübnan hükümeti, topraklarındaki silahlı milislere karşı bir şey yapamıyordu ve ülkenin güneyi Filistinliler'in kontrolündeydi. İşin askeri yönünden başka bir de sosyal boyutu vardı ve Şii Lübnanlılar ile Filistinli gerillalar arasında her an bir gerilim yaşanıyor, gittikçe artan ekonomik sıkıntılara Şii kadınların, gerillalar tarafından taciz edilmeleri gibi günlük rahatsızlıklar da ekleniyordu. Yaratıcılığını Hüccetülislam Musa Sadr'ın yaptığı bugünün türbanı işte bu gibi rahatsızlıklardan, özellikle de Şiiler’in sık sık uğradıkları tacizlerden doğdu ve kısa bir müddet sonra çarşafa bürünmemiş olan hemen bütün Şii kadınlar bir örnek giyinir oldular.
Musa Sadr, Şah dönemi İran'ının en büyük gazetesi 'Kayhan'ın başında bulunan ve İran'ın en güçlü gazetecisi olan Emir Tahiri'ye 1975 yılında Beyrut'ta verdiği demeçte modeli bizzat hazırladığını anlattıktan sonra 'İlhamımı Batı dünyasının kilise resimlerinden ve Lübnan'daki Katolik rahibelerin kullandıkları başörtülerden aldım' diyecekti. Sadr'a göre Lübnanlı Şii kadınlar bu yeni örtünme biçimi sayesinde diğer dinlerden ve mezheplerden olan hemcinslerinden apayrı bir görünüm kazanırlarken tacize ve tecavüze uğrama ihtimalleri de en aza inmişti, zira yeni oluşmaya başlamış olan silahlı Şii hareketinin de koruması altına girmişlerdi. Hicab, Lübnan'dan ilk olarak İran'a ihraç edildi ve Şah'ın gidişini hazırlayan olayların başladığı 1977 sonbaharında Tahran'da yönetim aleyhinde yapılan gösterilerde ortaya çıktı. Şah karşıtı kadınların bir kısmı hicaba bürünmüşlerdi. Sürgünde yaşayan ve 1979'da Şah'ın devrilmesiyle sürgünden dönen İmam Humeyni'yi Tahran'ın Mehrabad havaalanında karşılayan yüzbinlerce İranlı kadının arasında da artık binlerce hicablı kadın vardı.
Ve sonradan Türban İslam için bir Kimlik alameti oldu ve şaştık! Yeni tip başörtüsü, İslam Devrimi'nden sonra önce İran'da, hemen ardından da bütün İslam dünyasında bir kimlik alameti halini aldı. Dr. Ali Şeriati ile beraber İran Devrimi'nin fikri temellerini ortaya koyan Ayetullah Murtaza Mutahhari, Şah karşıtı ayaklanmalar sırasında yayınladığı 'Hicab-ı İslami', yani 'İslami Örtünme' isimli kitabında 'Müslüman kadının niçin kapanması gerektiği' konusunu ele alacak, Kur'an'ın 'Nur' ve 'Ahzab' surelerinde emredilen örtünme biçiminin omuzlara kadar uzanan başörtüsü olduğunu yazacaktı (Daha doğrusu ayetleri çarpıtıp, Allah adına yalan uyduracaktı. Amaç kendi devriminin sembolünü oluşturmaktı). Ayetullah Mutahhari'nin dini kimliğini belirlediği hicab, İran'da 1981'de yayınlanan 'Kadınlar İçin İslami Giyim Yönetmeliği'ne girdi.
Yönetmelikte çarşafın ve bu tür başörtüsünün İslam'a en uygun örtünme biçimi olduğu söyleniyordu ama İranlı kadınlar başörtüsü seçiminde serbest bırakıldılar. Çarşafa bürünmek yahut yüzü kapatmak mecburiyeti getirilmedi, sadece yüzlerin açıkta kalacak şekilde kapanması emredildi. Şehirli kadınlar genellikle çenenin altından düğümlenen normal başörtüsünü tercih ederlerken devrim yolunda çaba gösteren kadınlar şimdi 'türban' dediğimiz örtünme biçimine uydular, kırsal
kesim ise eskiden olduğu gibi çarşaflı kaldı. İran'da bugün bizde bilinenin aksine çarşaf yahut omuzları kapatan türban mecburiyeti hiçbir zaman konmadı.
Günümüzün türbanı işte böyle doğdu ve İran Devrimi sırasında kazandığı popülarite zamanla ideoloji sembolü ve siyasi kimlik vasıtası olarak bütün İslam dünyasına yayıldı ve bize kadar geldi. Modelin ortaya nasıl çıktığını Musa Sadr'dan bizzat dinlemiş olan İranlı gazeteci Emir Tahiri'nin 'New York Post' Gazetesi'nde 2003'ün 15 Ağustos'unda çıkan yazısını ise farketmedik bile...
Türkçe'de bugün 'türban' dediğimiz 'hicab'ın macerası, işte kısaca böyle...
Şimdi İsmail Hakkı Küpçü’nün yazmış olduğu bir yazı ile konumuza devam edelim:
TÜRKLERDE KADIN VE ÖRTÜNME
Türkler, tabiat şartlarının en zor olduğu bölgelerde yaşadılar. Bu nedenle kadınlar da erkekler gibi mücadeleci bir hayat sürüyorlardı. Nitekim kadınların, atlara erkek gibi bindiklerini gören Avrupalılar çok şaşırmışlardır. Bu konuda El Cahiz şöyle der (s.77): “Türklerin kadınları, erkekleri gibidir. Hayvanları da, kendileri gibi Türk özellikleri taşır.” Dolayısıyla Türklerde cinsiyet ayrımı çok fazla gelişmedi. Nitekim Türkçe’de de cinsiyet ayrımı yoktur. “O” denilince hepsi birden kastedilir. Erkek, dişi ayrımı gerektiğinde cinsiyetini söylemek gerekir. Diğer dillerde ayrıca nitelendirilir. Hattâ Fransızca ve Almanca’da cisimlerde bile erkek-dişiler için ayrı ön edat vardır. Türkçe’de böyle hiçbir ayrım yoktur. Arapça’da erkek ve kadınlarla ilgili kelimeler bile ayrıdır. Ama Türkçe’de ayrım yoktur.
İslâmiyet öncesi Türklerde, kadınların aile içerisinde olduğu gibi toplumda da saygın bir yeri vardı. Kadın hem yuvasının etkili bir üyesi, hem de ailenin geçimi için birlikte çalışan insandı. Yani kadının gerek aile gerekse toplum içerisinde etkili bir konumu vardı. Türklerde kadın, bir insan olarak etkindi (fonksiyoneldi). Zaten insanları, önce kadın ve erkek şeklinde ayırmak, sonra eşitlemeye çalışmak yanlıştır. Allah, bütün varlıkları değişik yapıda halk ettiği gibi, her iki cinsi ve her insanı farklı özelliklerde yaratmıştır. Esas olan kişileri cinsiyetlerine göre değil, insan olarak değerlendirmektir.
Döneminin en medeni devleti olan Uygurların bayraklarını, genç bir erkek ve genç bir kızın yan yana vesikalık resimleri süsler. Halen, dünyada hiçbir milletin bayrağında böyle bir resim yoktur. Uygur Türklerinin bayrağı, Türklerin insana bakışlarını simgeleyen eşsiz bir semboldür.
Çin kaynakları, Büyük Hun Türklerinin Hakanı Mete’nin hanımı hakkında bilgi vermektedir. Atilla’nın hanımı Arıg-hanla ilgili bilgileri ise elçi Priskos'un yazılarından öğreniyoruz. J.P.Roux ve İ.Kafesoğlu’nun aktardıklarına göre, Gezginler, iki hanımın da, elçileri ayrıca kendilerinin de kabul ettiklerini o döneme göre hayretle ifade etmişlerdir.
İbrahim Kafesoğlu (s.47), Hunlar’da ilkbaharın sonunda 5. ayda (bugünkü Haziran) devlet meclisi niteliğinde büyük çaplı toplantı yapıldığını aktarır. Bu toplantılarda çeşitli gösteriler, kurban kesmeler vb. törenler olurdu. Bu sırada da ülke sorunları tartışılır ve karara bağlanırdı. Bu aynı zamanda Devlet Meclisi nitelikli toplantı sayılırdı. Tartışmalara Hakan (Tanhu) başkanlık eder, yanında da hatunu otururdu. Hakanların hanımlarını Çin kaynakları, Yin-çü ya da yen-shih diye adlandırmaktadır.
Çin’de yüz elli yıldan fazla egemenlik süren Tabgaçlar, Budizm dinini kabul ettikten sonra nüfuslarının azlığının da etkisiyle Çinlileşmeye başlamışlardı. Ama bu Çinlileşme Hakan olan Topa (Tabgaç) Kiao döneminde azaldı. Bunun sebebi Kiao değildi. O Budizmden yana idi. Ama Jean Paul Roux’nun aktardığına göre (s.38), Kiao’nun yaşlı ve dul karısı Hu, Türk geleneğine göre yetişmişti. Gerek eşinin sağlığında gerekse ondan sonra kendi ölene kadar (528) yaptığı naiplik süresince soyluların Türklükten ayrılmalarına izin vermedi.
Türklerde kadınlar, vücutlarını sıkıca örtmezlerdi. Ama namus kavramı vatan yani "yurt”tan sonra, en değerli olandı. Çok önem verilirdi. Toplumda da aynı anlayış egemendi. Kafesoğlu’na göre, evli bir kadına tecavüz ettikleri belirlenenlerin cezası ise çok ağırdı. Bu konuda Çinliler ve İbni Batuta kişinin bedeninin ikiye bölünerek öldürüldüğünü söylerler. (Fuhuş konusunu çoğu millet şiddetli cezalar uygulayarak önlemeye çalışmıştır. Ceza vererek önleyemeyen Eski Yunan bilim ve devlet adamı Solon ise, para cezası vermek şeklinde tedbir almıştır. Ancak Gynaikonitis denilen fuhuş yapılan evleri önleyememiştir.)
İdil Bulgarlarının hanı Almış Han, Abbasi halifesi El-Muktedir’den 921 yılında İslâmiyet’i anlatması için bilgili ve yetkili insanlar istedi. Gönderilen bu kişilerden İbn Fadlan adlı şahıs, iyi bir ileri görüşlülükle, gördüklerini kaleme almıştır. Bu dönemle ilgili birçok konuyu böylece, onun yazılarından öğreniyoruz. J.P.Roux’nun aktardığına göre (s.143) İbn Fadlan, Türk kadınlarının giyim-kuşamda ve davranışlarında rahat olduklarını yazar. Kocalarının da, kadınlarının bu durumuna onay verdiğini belirtir. Bir olay üzerine kadının kocası, karısının, sıkıca örtünmeyerek erkeklerden saklanmamasını onaylamıştır. Bu durumunun kadının kendisini tehlikeden uzak gördüğünü ve ona erişilmesini yasakladığını gösterdiğini belirtmiştir. Ayrıca koca, saklamama durumunun, karısının bir yandan kendini saklayıp, diğer yandan da kendisine erişilmesine izin vermesinden iyi olduğunu açıklar.

J.P.Roux’nun Orta Asya adlı eserinde aktardığına göre (s.273), 9. yüzyıl yazarı İbni Rüşt (felsefeci olan zat değil) ve 11. yüzyıl yazarı El-Bekri, Türklerde kadınların eşlerini seçmede özgür olduklarını söylerler. Bu durumu yukarıda İbn Fadlan’ın anlattıkları ile birleştirince, doğru olması ihtimali yüksek görünüyor.
Dede Korkut’ta da kadın için “güzel düşünür, güzel konuşur”, “kocasına iyi öğütlerde bulunur”, “kocası da onu dinler” şeklinde iyi şeylerden bahsedildiğini anlatır. Aslında bu yapı, günümüze kadarki Türklerde, genelde, aynı kalmıştır.
Türklerde kadınların ayrıcalıklı değeri, J.P.Roux’nun Orta Asya eserinde aktardığı güzel bir lirik şiirde şöyle anlatılır (s.274):; “Kırk kahraman ve bir Bey oğlu, bir güzel için ölmüş, ne olmuş ki” denir. Roux, Nizamülmülk’ün, Türklerdeki kadının durumunun İslâmiyet (Kur’an kaynaklı İslam değil, Emevi-Abbasi ekolüyle oluşturulan gelenekçi İslam için) için tehlike oluşturduğunu düşündüğünü anlatır (s.274). Bu nedenle, halktaki anlayışı değiştirmek için (Emeviler ve Abbasilerin) uğraştığını söyler.
Türklerde kadının saygınlığı, Anadolu’da da devam etti. Gezgin İbni Batuta (1304-1377) gözlemlerinin sonucu şöyle der: "Türklerde kadınların gördükleri saygıyı gözlerimle gördüm. Gerçekten de kadınların Türklerde, erkeklerinkinden üstün bir yeri var." Roux’ya göre (Orta Asya, s.275) Batuta, Türk kadınının bu konumundan, İslâmiyet adına, şikâyetle bahseder. İbni Batuta belki de, kendi milleti olan Arapların o dönemde kadınlarına bakışlarıyla karşılaştırdığı için, böyle bir ifade kullanmış olabilir. Ama gerçekten de, Türklerde kadınlar, erkeklere karşı saygılıdır. Erkekler de, kadınlara karşı daha çok saygılıdır. Erkeklerin saygıyı terk ettikleri tek konu, namus meselesidir.
Türklerde kadın, insan hak ve özgürlükleri sınırları içerisinde hürriyetlerden yararlanır. Türklerden bahseden hemen bütün yıllıklar ve kaynaklar, kadın konusunda Türklerin erdeminden bahsederler. Kadının ayrıcalıklı konumunun ve ona verilen değerin altını çizerler.
Babür Türk İmparatoru Şah Cihanın, hastalıktan ölen eşi, Safevi Türklerinden Banu Begüm (Mümtaz Mahal) için yaptırdığı Tac Mahal gibi büyük bir eserin, anlam bakımından örneği azdır.
İslâmiyet, kadınlara değer verilmesini öğütleyen çok sayıda ayet getirmiştir. Kız çocuklarını diri diri gömen cahiliye dönemi Arapları için, bu değişim çok büyüktü. Hâlbuki gezginlerden, tarihi belgelerden anlaşıldığına göre, Türklerin İslâmiyet öncesi ve sonrasındaki anlayışlarında önemli bir fark olmadı.
Prof. Djevad’ın aktardığına göre (s.72) De Amicis, Osmanlı İmparatorluğu’nda hiç kimsenin, sokaktaki kadına el kaldırmaya kalkışmadığını söyler. Hiçbir askerin, isyan ve kargaşa zamanında bile olsa, en şamatacı ve gürültücü kadına dahi, elini bile dokunduramadığını yazar. Hele "ana"ya karşı saygı sonsuzdur, der.
İslâmiyet’ten sonra Araplarda da genç kızlar erkeklerle serbestçe sohbet eder, edep içerisinde arkadaşlık yaparlardı. Ancak Hayati Ülkü yazdığı İslâm Tarihinde (s.601), Emevi Halifesi II. Velid‘in (743-744) çok kısa süren iktidarı zamanında, kadınların erkeklerden ayrı yaşama usulü getirildiğini anlatır. Bu anlayışın Araplara İranlılardan geldiğini söyler. J.P.Roux’nun Nizamülmülk’ün kadınlara düşmanlığını aktarırken anlattıkları, bu iddiayı doğrular niteliktedir. Fakat İran’a da Bizanslılardan geçme ihtimali vardır.
Müslümanların kadına bakışını Emeviler değiştirmiştir. Müminlerin çoğu, Emevilerin Cebriyecilik düşüncesi vb. birçok uygulamalarıyla, Müslümanlığı rayından çıkardığı görüşünde hemfikirdir.
TÜRKLERİN KADINA BAKIŞINDA DEĞİŞİM
Türklerde harem yoktu. Harem, anlayış olarak Müslümanlıkta da yoktur. Harem ilk çağlarda Asurlular, Persler(İran) ve Romalılarda görüldü. M.S 1.yüzyılın sonunda lüks ve harem Çinlilerde de görülmeye başladı. O dönemde Çinlilerle çok sıkı temaslarda bulunmalarına rağmen harem anlayışı Türklerde kabul görmedi. Antik Yunan’da ise, Gynaikonitis denilen evler şeklinde ortaya çıktı. Ortaçağda, önce Bizanslılarda yer buldu. Araplarda Emevilerin son zamanlarında başladı. Abbasiler döneminde hızlandı. Abbasiler o kadar ileri gittiler ki, başka hiçbir harem onların büyüklüğüne yetişemedi denilebilir. Hayati Ülkü’nün aktardığına göre (s.599), Halife El-Muktedir Billah (908-932) döneminde sarayda tam on bir binden fazla harem ağası vardı. Bu rakam biraz abartılı görünüyor. Ancak sayı kaç olursa olsun işin vahametini örtmez.
Türklerde harem ilk olarak, Abbasilerden sonra Hilafeti Mısır’a taşıyarak halifelere koruyuculuk yapan Memlûk Türklerinde görüldü. Sonra yine Hilafetin İstanbul’a gelmesi ve üst yönetimlerden Türklerin uzaklaştırılmasından sonra, Osmanlılarda da haremin etkileri artmaya başladı. Osmanlıdaki harem anlayışı başlangıçta, bugünkü anlamından farklıydı. Hanedan ailesinin ikâmetgâhıydı. Buradaki devşirme hanımlar bütün hanedan üyelerine sadakatle hizmet edecek şekilde yetiştirilirlerdi. Sadakat eğitimlerinde başarılı görülen hanımlar, Enderun Mektebinde yetişen ve devlet görevlerine getirilen devşirme erkeklerle evlendirilirlerdi. Böylece hem erkekler hem de kadınlar Osmanlı hanedanına sadık, eğitimli guruplar oluşturmuş olurdu. Ancak diğer birçok sistemde olduğu gibi, harem sistemi de Kanuni’den sonra bozulmaya başladı.
Hilafetin İstanbul’a gelmesinden sonra tartışmalar hararetlendi. Kur’an-ı Kerim’deki bazı ilgili ayetlerin yorumlarında muhtemelen değişme oldu. O döneme kadar, belki de namus kavramının önce kafalarda ve kalplerde oluşması gerektiği yorumu yapılıyordu. Daha sonra ise şekli görünüş önem kazandı. Bilhassa kasaba ve şehirlerde kadınlar çok sıkı örtündüler. Çarşı pazara yalnız çıkamaz oldular. Camilere bile gidemediler. Toplu namazları dahi evlerde kıldılar. Ancak bu uygulama Türklerin kadına karşı saygılarında önemli bir eksiltme yapmadı. Kadın evinin hâkimi olmaya devam etti. Ancak, çocuk yetiştirme ve tarlada çalışma haricindeki cemiyet faaliyetlerinin dışında kaldı.
Batı Türkleri olan Osmanlı’da bunlar olurken, Doğuda "Din Yayıcı" unvanlı Timur ile haleflerinde, gelişme farklıydı. Çeşitli tarihlerde Semerkand’da Recistan meydanında (halen dünyanın en güzel meydanlarındandır) birbirine bakan üç büyük medrese yapıldı. Nejat Veziroğlu’nun bir makalesinde aktardığına göre, birinin kapısında Hz. Muhammed’in (s.a.v.) önemli hadislerinden olan "Her erkek ve her kadın kişinin ilim öğrenmesi farzdır." sözü yazdırıldı. O bölgedeki Türkler ilimden kastın hem nakli hem de akli ilimler olduğunu düşündüler. Türk tarihinin en büyük ressamlarından Kâri (hafız) Mehmet Siyahkalem bu dönemde Tebriz’de yaşadı. Osmanlı Türkleri ise, İmam Gazali’nin anlayışını benimsediler. İlimden amacın sadece nakli ilimler, yani din ile ilgili ilmihal bilgileri olduğunu düşündüler. Ve bu düşünce ile gerilediler…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder